Matematik nasıl doğdu? İlk yazı nasıl bulundu? Matematiğin tarihçesi
Matematik dahisi Carl Friedrich Gauss matematiği bilimlerin kraliçesine benzetmiştir. Haksız da sayılmaz. İnsanlık tarihine bakıldığında Matematiğin toplumun temel taşı olduğunu görüyoruz. Matematik bilimin ve teknolojinin başlamasının temel taşıdır. Bunu ilk bilgisayarların ilkel atası dediğimiz Abaküs desteklemektedir. Sizlere bu yazımızda Matematik nasıl doğdu? Matematiğin tarihçesi nedir? Sayılar ve rakamlar nasıl doğdu? Matematik yazının bulunmasına nasıl etki etti? Neden matematiğe ihtiyacımız var? sorularının cevabını vermeye çalışacağız.
Matematik nasıl doğdu? Matematiğin tarihçesi ve ilk yazı
İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçilerin önde gelen dahilerinden Galileo Galilei (1564-1642) “Kainat dediğimiz kitap, yazıldığı dil ve harfler öğrenilmedikçe anlaşılamaz. O, matematik dilinde yazılmış; harfleri üçgen, daire ve diğer geometrik şekillerdir. Bu dil ve harfler olmaksızın kitabın bir tek kelimeyi anlamaya olanak yoktur. Bunlar olmaksızın yapılan karanlık bir labirentte amaçsızca dolaşmaktır.” diyerek matematiğin önemi hakkında değerli bir özet yapıyor.
Matematiğin doğuşunu anlatmadan önce dilerseniz biraz zamanı geri çevirelim.
Çok eski çağlara, milattan önce 4 bin yıllarının başına, yer olarak da Mezopotamya bölgesine gidelim.
İnsanoğlu avlanarak nereye kadar diyerek, toprağı işlemeye, hayvanları öldürmek yerine onları besleyerek daha verim almayı ve nihayetinde toprağı işlemeyi öğrenmiş.
Buradaki insanlar tarım ve hayvancılıkla uğraşmaya başlamışlar. Nüfus giderek artıyor. Eskiden küçük köy yerine şimdi giderek büyüyen ve binlerce kişinin beraber yaşayacağı bir şehirleşme başlıyor.
Yaşam sabit bir yerde olduğunda, ihtiyaçlar ve sorunlar da birbirini takip ediyor. Sorunlara çare ararken, diğer taraftan gelişen bir buluşlar zinciri yaşanıyor. Çömlekçiler, dokuyucular, marangozlar, mücevherciler, heykeltraşlar, mimarlar her gün yenilik peşindeler.
Aynısı diğer şehirlerde de başlıyor ve bu şehirler birbirlerine bağlanmaya başlıyor. Yollar yapılıyor, ticaret yapılmaya başlanıyor.
Giderek karmaşıklaşan bir sosyal hiyerarşi oluşmaya başlıyor ve Homo sapiens organize olmanın ve yönetmenin ‘keyfini’ keşfetmeye başlıyor. İnsanlığın artık yazıyı ve sayıları icat etmeye acilen ihtiyacı var!
Ama bunu nasıl başaracak?
Koyunlar nasıl sayılacak?
Aşağı Mezopotamya’daki Sümerler, henüz genç ama hızla gelişecek olan Kish, Nippur ve Shuruppak şehirlerini kurmuşlar bile. Ufukta ise yakın doğuyu prestiji ve gücü ile aydınlatan Uruk şehri görünmekte.
Şehrin pişmiş topraktan yapılan tuğlaları ile örülen evleri kavuniçi renklerinin nüanslarını 10 bin hektardan daha büyük bir alana yayıyorlar. İnsanlarla ve tezgahlarla dolu sokaklarda kaybolan bir yabancı yolunu bulabilmek için saatlerce dolaşmak zorunda kalıyor.
Yaz gelmekte. Yakında koyun sürüleri otlamaya kuzeydeki meralara çıkacaklar ve sıcak mevsim bittiğinde dönecekler. Sürülerin sahiplerinin ise bir sorunu var. Hayvanlarını teslim edecekleri çobanların aldıkları kadar koyunu geri getirdiklerini nasıl bilecekler?
Bu sorunu birkaç yüzyıldır kullandıkları yöntemi ile çözüyorlar. Kilden (pişirilmiş çamurdan) yapılan minik jetonlardan (taşlardan) koyun sayısı kadarını toprak bir kaba koymak ve sürü döndüğünde jeton ve koyun sayısını karşılaştırmak.
Bu denenmiş ve çalışan sistem yalnız koyun sürüleri için değil diğer hayvanlar hatta cisimler için de kullanılmakta. Karışıklıkları önlemek için ise taşlardan yapılan jetonların üzerine farklı simgeler çiziliyor.
Koyunun simgesi bir çarpı işareti örneğin.
Çok sonraları bu minik jetonlar Latince ‘küçük çakıl’ anlamına gelen ‘calculi’ adını alıyor, bu da batı dillerinde ‘hesap’ anlamına gelen ‘calcul’ sözcüğüne dönüşüyor!
Bu pratik yöntemin önemli bir sorunu da var. İçinde taşların olduğu kapları kim saklayacak? Sorun önemli, zira sürü sahiplerinin çobanlara güvenmediği kadar çobanlar da sürü sahiplerine güvenmiyorlar. Kaplar onlarda kalırsa içindeki taşlardan bir miktarını alabilir ve sürü döndüğünde, çobana, hayvanlarım eksik, zararımı karşıla diyebilirler!
Buna bulunan çözüm ise taşların bulunduğu kabın üstünü kil ile güzelce kapatmak ve üstünüde her iki tarafa imzalatmak.
Evet, koyun sayıcı taşlarla hile yapmak artık pek olası değil ama zengin bir sürü sahibi, birçok sürüsünde toplam kaç baş hayvanı olduğunu bilmek isterse, bunu örneğin ticaret yaparken kullanacaksa, ne yapacak?
Her kaptaki jeton sayısını akılda mı tutacak?
Üstelik Sümer dilinde henüz büyük sayıları ifade edecek kelimeler de yok..
Sonunda çözüm bulunuyor, ucu sivriltilmiş bir kamışla, kabın üzerine içindeki taşların resimlerini çizmek!
Böylece kabı kırıp içindekileri saymaya gerek kalmadan taş sayısı bilinebiliyor. Bu yöntem çok revaçta ve herkesin işine geliyor.
Tahıllar, kumaş, metaller, kıymetli taşlar, yağ, çömlek, hepsinin jötonları var. Vergiler bile aynı yöntemle alınıp izleniyor.
Yazı ortaya çıkıyor | Sümer yazı tabletlerinin doğuşu
Milattan önce dördüncü bin yıl sonu, Uruk’ta bu sistem böyle sürüp giderken bir gün çok parlak bir fikir ortaya çıkıyor.
“Kapların içine taş konacağına, koyun sayısını gösteren kilden yapılan tabletler üzerine yapılabilir. Hem daha kullanışlı hemde pratik.”
İşte bu dahice fikre ve geliştirilerek uygulanmasına biz bugün “Yazı”adını veriyoruz.
Gerisi çorap söküğü gibi geliyor, değişik cisimlere değişik semboller veriliyor, çivi yazısı ortaya çıkıyor.
Zaman akışını sürdürüyor ve biz milattan önce üç bin yılının başlarındayız. Şimdi sayıların serüveninde bir kilometre taşına daha geldik: Sayı artık saydığı cisimden bağımsız hale geldi. Şimdiye kadar, taş dolu kaplarda, ya da üzeri çizili tabletlerde kullanılan simgeler saydıkları varlık ya da cisme göre biçimleniyordu.
Koyun sayısı simgesi inek sayısı simgesinden farklıydı.
Matematiğin doğuş anı
Sekiz koyun yazmak için sekizin simgesi ile koyunun simgesini yan yana getirmek yeterli olduğu bulundu en sonunda.
İnsan aklının ve düşüncesinin tarihinde bu gelişme çok çok önemlidir ve matematiğin doğuş anı diye nitelenebilir.
Sayı artık gerçek dünyadan ayrılarak soyut bir varlık, bir kavram olarak aklımızda var olmaya başlamıştır.
Gerçeğe daha yukarıdan, daha bütüncül bakmamızı sağlayan bir soyut varlık. Matematiğin incelediği cisimlerin maddi varlıkları yoktur, atomlardan yapılmamışlardır, yanlızca fikirlerden oluşurlar.
Ama, dünyamızı anlamak için de o soyut varlıkların üstüne yoktur. İşte bu şekilde doğan matematik soyut düşünceninde temeli olmuştur.
Öte yandan, yüzyıllar, daha doğrusu binyıllar günümüzde insan aklının dev bir yapıtı olarak karşımıza çıkan günümüzün çok kapsamlı ve karmaşık matematik disiplini uzun süredir şu felsefi ve ontolojik soru ile karşı karşıyadır:
Matematik, bizim aklımızın oluşturduğu, dünyayı ve evreni anlamamızı kolaylaştıran bir araç, bir çeşit model oluşturma dili midir?
Yoksa, matematik, evrenin yapısının ayrılmaz bir parçası, bizim onu bulmamızı, yaratmamızı değil de keşfetmemizi bekleyen bir özelliği midir?
Değilse, matematiğin bilimin tüm dallarına uygulanabilmesini ve fiziksel dünyamızı böylesine doğru betimlemesini nasıl açıklayacağız?
Ya da, Einstein’ın deyişi ile:
Nasıl oluyor ki, insan aklının bir ürünü ve onun deneyimlerinden bağımsız olan matematik, böylesine hayranlık verici bir biçimde gerçek dünyanın cisimlerine uygulanabiliyor?
Ayrıca Bakınız
- İlk hesap makinesini Leonardo da Vinci’mi buldu? Pascal’mı buldu?
- Bilgisayarın tarihçesi nedir? Bilgisayarı kim buldu? ilk bilgisayarlar
- Pi sayısı nedir? Pi sayısı neden önemli? Pi sayısı nasıl bulunur?
- Bilim insanları ROBO1 Matematik genini buldu
Kaynaklar ve Dış Bağlantılar
- Le grand roman des maths, Mickael Launay, J’ai lu, Flammarion 2016