İlk hastalık ne zaman ortaya çıktı? Salgın hastalıklar nasıl oluştu?
Dünyayı kasıp kavuran bir çok salgın hastalık şimdiye kadar tahminen milyonlardan fazla kişinin ölümüne neden olmuştur. Peki hiç daha önce salgın hastalıklara neden olan virüslerin nasıl insana bulaştığını biliyor musunuz? Hayvanlardaki virüslerin nasıl insanlara bulaşıp, toplu ölümler hastalıkların tarihçesini bu yazımızda anlatmaya çalışacağız. İlk hastalık ne zaman ortaya çıktı? Salgın hastalıklar nasıl oluştu? Hastalıkların tarihçesi nedir? Sömürgecilik hastalıkları nasıl arttırdı? Avrupa’da toplu ölümlere neden olan ölümcül virüsler ve hastalıklar nelerdir? Afrika ve Amerika yerlilerinden Avrupa’ya hangi hastalıklar bulaştı? Sanayi devrimi ile zengin ve fakir hastalıkları nasıl ayrıldı? Hayvanlardan insanlara hastalıklar nasıl bulaştı? sorularının cevabını ayrıntısı ile bulabileceksiniz.
İlk hastalık ne zaman ortaya çıktı? Salgın hastalıklar nasıl oluştu?
Hastalıklar ile Hekimler arasındaki bitmeyen savaşın nerede başladığı söylenebilir ama ne zaman biteceği ile ilgili bir şey söylemek imkansız. Tıp tarihi sonu zaferle biten basit bir hikaye olmaktan çok uzak. Pandora’nın kutusu ve tüm dinlerde “düşüş” (cennetten kovulma) hikayelerinde de sezdirildiği gibi, veba ve ölümcül salgın hastalıklar, üstesinden gelinebileceğini umut ettiğimiz kaçınılmaz doğal afetlerin ötesindedir: Bunlar daha çok insanlığın yarattığı şeylerdir. Salgın hastalıklar toplumla birlikte ortaya çıkmıştır; hastalık onun karşısında duran tıp kadar toplumun bir ürünüdür ve öyle olmayı sürdürecektir. Uygarlık beraberinde yalnızca hoşnutsuzlukları değil hastalıkları da getirir.
Önce dilerseniz insanlık tarihine bilim eşliğinde bir gezintiye gidelim. Sonrasında hastalıkların tarihçesi kendiliğinden devam edecektir.
İlk insanlar hasta oluyorlar mıydı?
Antropologlar, beş milyon yıl kadar önce Afrika’nın ilk maymuna beneyen adama, çıkık alınlı, koca çeneli Austrnlopitlıecine’e tanık olduğunu söylüyorlar. Üç milyon yıl içinde ise ateş yakmayı, taş alet ler yapmayı ve (sonunda) konuşmayı öğrenen büyük beyinli, dik yürüyen atamız Homo erectus ortaya çıkmışu. Bu hepçil, bir milyon yıl kadar önce Asya ve Avrupa’ya yayıldı. Yaklaşık Milattan Önce 150 binli yıllarda ise doğrudan ondan türeyen Homo sapiens ortaya çıktı.
Haşin ve tehlikeli bir ortamla çevrili avcı-toplayıcıların, bu paleolitik öncüllerimizin hayatları kısaydı ama daha sonraki toplumları yok edecek kadar tehlikeli salgın hastalıkları yoktu. Kalahari’deki Buşmanlar gibi küçük ve dağınık gruplar halinde yaşıyorlardı. Onlar büyük bir ihtimalle çiçek, kızamık, grip gibi salgın hastalıklara tutulmuyordu. Çünkü tıbbi olarak bu hastalıklardan sorumlu mikroorganizmalar onlara hassas olan insan rezervlerine olanak tanıyan yüksek nüfus yoğunluklarına ihtiyaç duyar. Ayrıca bu izole edilmiş gibi avcı-toplayıcılar bir yerde su kaynaklarını kirletecek veya hastalık yayan böcekleri cezbeden pislikleri biriktirecek kadar uzun süre kalmıyorlardı. Her şeyden önce, insanlık tarihinde hem iyi hem kötü bir rol oynayan evcil hayvanlara da sahip değillerdi.
Evcil hayvanlar uygarlığın ortaya çıkışını mümkün kılmışlar ama aynı zamanda sürekli ve çoğunlukla yıkıcı bir hastalık kaynağı olduklarını da kanıtlamışlardı.
İnsanlar dünyayı sömürmeye başladıktan sonra patojenlerde insanları sömürmeye başladı
İnsanlar dünyayı sömürgeleştirirken kendileri de patojenlerin sömürgeleri haline geldi. Bu patojenler parazit kurtlar ve böcekler (helmintler, pireler, keneler, eklembacaklılar) ile bakteri, virüs, protozoan gibi son derece hızlı üreme oranları konakçıda ciddi hastalıklara yol açan, ama genellikle hayatta kalan kişide tekrar enfeksiyona karşı bir bağışıklık oluşumunu harekete geçiren mikroorganizmalardan oluşmaktaydı. Bu mikroskobik düşmanlar evrimsel hayatta kalma mücadelesinde insanlarla iç içe geçtiler; ama bu, nihai kazananlar ve kaybedenlerdense huzursuz bir ortak yaşam temelinde süren bir mücadeleydi.
İnsan ırkı sayıları arttıkça hayatın başladığı yer olarak zannedilen Afrika kıtasının dışına göç etti, önce Asya ve güney Avrupa’nın ılıman bölgelerine, sonra daha kuzeye doğru. Bu göçebelik son buzul çağına (Pleistosen), yaklaşık M.Ö 12 bin ile 10 bin yıl öncesine kadar sürmüştür.
Av kaynakları ve av hayvanlarının zengin olduğu, el değmemiş toprakların azalmasıyla, nüfusun çoğalıp, açlık gelinmesi başladıktan sonra toprağı işlemek zorunda kalındı. Başka bir alternatif yoktu, ya üretecek veya yok olacaklardı. Kıtlıkla karşı karşıya kalan insanlar deneye yanıla doğal kaynakları işlemeyi ve kendi yiyeceklerini kendileri üretmeyi öğrendiler. Yabani otları ıslah etmeye (buğday, arpa, pirinç, darı vb. tahıllara dönüştürmeye), köpekleri, sığırları, koyunları, keçileri, domuzları, atları ve kümes hayvanlarını kontrol altına almaya başladılar. Böylece bu Buzul Çağı avcıları birkaç bin yıl içinde, gelişmemiş komşularına hükmedebilen göçebe çoban ve toprak işleyicileri haline geldi. İnsanlık ilk hayatta kalma sınavını geçti.
Hayvancılık ve sistemli tarım sayesinde gelişen yerleşik yaşam nüfusun giderek artmasını sağladı. Ormandaki ağaçları kesmek, mahsulleri toplamak ve yemek yapmak, hepsi emek yoğun eylemlerdi, dolayısıyla daha fazla ele ihtiyaç duyuyordu (ki bu işlere elverenler de bunun karşılığında beslenebiliyordu). Bu gelişmeler zaman içinde reisleri, kanunları ve sosyal hiyerarşileri olan, daha sonra mahkeme binaları ile memurları olacak olan daha örgütlü ve daha kalıcı toplulukların (köy, kasaba, kent) oluşmasını sağladı. Diğer meslek ve statülerin yanı sıra uzman şifacılar ortaya çıktı. Fakat insanlığı bekleyen asıl tehlike yavaş yavaş kendini göstermeye başlayacaktı.
Salgın hastalıklar başlıyor!
Önceleri yalnızca hayvanlarda görülen patojenler uzun ve karmaşık evrimsel süreçler sonucunda insanlara geçti. Hayvansal hastalıklar tür barajını aştı ve mutasyona uğrayarak insana özgü hastalıklara dönüştü. Tarihsel süreçte bu tür Darwinci adaptasyonlar insanların günümüzde köpeklerle altmıştan fazla, sığır, koyun, keçi, domuz, at ve kümes hayvanlarıyla biraz daha az mikro organik hastalık paylaştığı bir duruma gelinmesine neden oldu.
Neolitik dönemde sığırlar insan patojen havuzuna tüberküloz, çiçek virüsü ve diğer virüsleri kattı. Domuzlar ile ördekler insanlara grip bulaştırırken, atlardan gelen rinovirüsleri, yani bildiğimiz soğuk algınlığını taşıdılar. Kızamık, sığır vebasının ve köpeklerde gençlik hastalığının insana geçmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Günümüzdeki BSE/CJD krizi bu tür gelişmelere yakın tarihli bir örnektir: Büyükbaş çiftlik hayvanlarında görülen süngerimsi ensefalopati, insanlardaki Creutzfeldt-Jakob hastalığının kaynağıdır.
Açgözlüce ve dikkatsizce yapılan tarımsal uygulamalar hayvanlardan insanlara yeni hastalıkların geçişini hızlandıracaktır.
İnsanlar başka açılardan da zayıf olduklarını kanıtladılar. Çiftlik hayvanları, evcil hayvanların dışkılarındaki salmonella bakterisi içme suyu ile karışıp çocuk felci, kolera, tifo, hepatit, boğmaca ve difterinin yayılmasına neden oldu. Yiyecek ambarlarını bakteri, toksik mantar, kemirgen dışkıları ve böcekler istila etti. Kısacası, yerleşimler hastalıkların da yerleşmesine neden oldu. Bu arada parazit kurtlar insan vücudunda sürekli ikamet etmeye başladı. Diyareye ve zafiyete neden olan Ascaris adlı yuvarlak parazit kurdu muhtemelen domuz bağırsak solucanından insana geçip evrildi. Kurt benzeri diğer hemintler (metrelerce uzunluktaki kancalıkurt ve tropik bölgelerde görülen nehir körlüğü ve fil hastalığına neden olan filaryal kurtlar gibi) insanların bağırsaklarını ele geçirdi. Sulamaya bağlı tarımın yapıldığı yerlerde (Mezopotamya, Mısır, Hindistan ve Çin’in güneyindeki büyük nehirlerin çevresinde) ciddi hastalıklar salgın haline geldi. Su birikintili otlaklar çıplak ayaklı işçilerin kan dolaşımına giren ve içlerinde bilharziyaya veya diğer adıyla şistozomiyaza (“şiş karın” hastalığı) neden olan kan paraziti Şistozoma dahil çeşitli parazitler barındırır.
Daimi yerleşim böcek, mikrop ve parazitlere altın fırsatlar sunmaktaydı. Ayrıca tarım, darı gibi protein, vitamin ve mineralce fakir nişastalı monokültürlere aşırı derecede bel bağlanmasına neden olmuştu. Gelişimi engellenmiş kişiler hastalıklara daha yatkındırlar, düşük besin seviyeleri ayrıca pellegra, marasmus, kuvaşiorkor, iskorbüt ve diğer zafiyet hastalıklarına neden olur.
Sıtma ile toplu ölümler
Göçebe toplumundan Neolitik topluma geçişte sağlık kötü yönde etkilendi, enfeksiyonlar arttıkça arttı ve yaşama gücü azaldı. İnsanların boyları kısaldı. Yerleşik hayat sıtmayı da beraberinde getirdi. Günümüzde bile sıcak iklimli bölgelerin başına bela olan ve küresel ısınmayla birlikte ileride daha da yayılacak gibi görünen bir hastalık. Önce Afrika’da aşağı Sahra’da ormanların tarım arazilerine dönüştürülmesi, sivrisinekler için mükemmel üreme ortamları olan ılık su birikintilerini ve olukları yarattı.
Sıtma ateşinin belirtileri Yunanlar tarafından bile biliniyordu ama bilimsel açıklaması ancak 1900 yılı civarında yapılabildi. Yeni geliştirilen tropikal tıp, sıtma ateş ine Anofel sineğinde yaşayan mikroskobik protozoan Plasmodium parazitinin neden olduğunu gösterdi. Anofelin iğnesiyle insan vücuduna giren parazitler kan yoluyla karaciğerlere gider ve orada birkaç hafta kuluçkaya yatar. Kuluçkadan sonra tekrar kana karışan parazitler kırmızı kan hücrelerine saldırır, kan hücrelerinin ölümü insanda tekrar eden titreme ve ateş nöbetlerine neden olur.
Sıtma, tarımsal yerleşim alanlarını istila ettikten sonra Afrika’dan (bu kıtada sıtma son derece yoğun olarak görülmektedir) Yakındoğu, Ortadoğu ve Akdeniz’e geçti. Hindistan ve Çin’in güney kıyı kesimlerinin de sıtma için uygun bölgeler olduğu ortaya çıktı. On altıncı yüzyıldan itibaren Avrupalılar sıtmayı Yeni Dünya’ya taşımaya başladı. Çöp ve pislikten geçilmeyen kirli yerleşim alanlarında baş gösteren enfeksiyonların bunca yaygın olmasına rağmen insanların hırsları ve tükenmek bilmez enerjileri, her ne kadar sağlıksız olsalar da toplulukların gelişmesini sağladı. Daha fazla insan çok daha fazla hastalık yaydı, bunlar zaman zaman kontrol altına alındı ama tamamen yok edilemedi.
İnsan nüfusu arttıkça salgın hastalıklar çoğaldı ve çoğalmaya devam edecek!
Tarımın keşfinden önce dünya nüfusu 5 milyon civarındaydı muhtemelen; M.Ö. 500’de, Atina’nın altın çağında dünya nüfusu belki 100 milyondu, milat sonrası 200’lü yıllarda 200 milyon, 2000 yıllarında ise 6 milyar civarındaydı; sonraki yüzyılda da bir o kadar artacağı söylenebilir.
Nüfus artışının yarattığı baskı yaygın bir kıtlığa ve yetersiz beslenmenin artmasına neden oldu. Yetersiz beslenmesine, parazitlerle içli dışlı olmasına ve salgın hastalıklardan bitap düşmesine rağmen insan ırkı hastalıkların saldırılarına karşı tamamen savunmasız olmadığını kanıtladı. Salgın hastalıkları atlatıp hayatta kalanlar birtakım antikor korumaları geliştirir; dolayısıyla uzun vadede en uyumlu olanın hayatta kalması bağışıklık sistemlerinin daha da gelişmesi ve insanların mikroorganik düşmanlarıyla birlikte yaşamasına olanak tanıması anlamına gelir.
Plasenta veya anne sütüyle geçen bağışıklık bebekleri birtakım savunma mekanizmalarıyla donatır; ayrıca siyah Afrikalıları vivaks malaryaya karşı koruyan kalıtımsal orak hücreler gibi (ne ironiktir ki, bu özellik onları Yeni Dünya’nın köle plantasyonlarında ideal işçi yapmıştır) bazı genetik kalkanlar gelişmiştir. Darwinci adaptasyonlar ölümcül felaketlerin şiddetini bu şekilde azaltmış olabilir.
Ne var ki hastalık tehditleri vahametini koruyordu, özellikle de bakir topluluklar (kendi başlarına yaşayan kabile) için. M.Ö 3000’de Mezopotamya, Mısır, İndus Vadisi ve Sarı Nehir’de, ardı sıra da Orta Amerika’da büyük kent imparatorlukları ortaya çıkmaya başladı. Eski Dünya’da bu yerleşimlerde büyük sığır sürüleri muhafaza ediliyordu. Buralarda ölümcül patojenler, özellikle de çiçek virüsü insanlara bulaştı. Diğer zoognostik (hayvan kökenli) hastalıklar da (difteri, grip, suçiçeği, kabakulak vb.) bunlara karşı henüz bağışık olmayan kalabalık toplulukları ciddi biçimde etkilemeye başladı.
Sıtmadan farklı olarak bu zoonozlar (hayvanlardan insanlara geçen hastalıklar) taşıyıcıya ihtiyaç duymaz, doğrudan bulaşır, hemen ve hızla yayılır. Yıkıcı salgınlar çağı bu şekilde başladı. Uygarlığın sürekli yayılması ve mal mübadelesiyle birlikte tüccarlar, denizciler ve eşkıyalar el değmemiş, korunaksız yerlere bu Truva atlarını taşıdılar. Ticaret, seyahat ve savaşlar patolojik patlamalara neden olurken, bir bölgenin bilinen “ıslah edilmiş” hastalığı başka bir bölgenin ölümcül salgını haline geliyordu.
Toplu yaşantıların olduğu kentler hastalıkları daha hızlı bulaştırıyordu
Hastalıkların yayılmasında kentler belirgin bir rol oynuyordu. Kısa süre öncesine kadar kentler öyle pis ve haşere doluydu ki, kent nüfusu hiçbir zaman doğal yollarla kendini yenileyemedi. Kent nüfusu, artışını tümüyle kırsal kesimden gelenlere (ki istisnasız hepsi enfeksiyonlara son derece açıktı) ve beraberlerinde yeni hastalıklar getiren uzaklardan gelen göçmenlere borçluydu. Mısır bu merkezlerden biriydi. Eski Ahit, Tanrı’nın firavunların üzerine saldığı hastalıklardan söz eder, bu hastalıkların Yunanistan’da yarattığı hasara da yer verir.
Afrika’da başladığı söylenen korkunç bir hastalık MÖ 430’da Yunanistan’ı kırıp geçirmişti; bu hastalığın Atina’daki etkilerinden tarihçi Tukididis de söz eder. Hastalarda baş ağrısı, öksürük, kusma, göğüs ağrısı ve kasılmalar görülüyor, tenleri kabartı ve çıbanlarla kızarıyordu; şikayetleri bağırsaklarına indikten sonra da hastalar ölüyor ve çektikleri ıstıraptan ancak o zaman kurtuluyorlardı.
Neydi bu hastalık? Bilmiyoruz ama o kadar yıkıcıydı ki Atina’nın yükselme devrine son vermişti. Roma’nın egemenliğiyle birlikte salgın hastalıklar daha da azdı. Roma lejyonları bilinen dünyayı fethederken ölümcül patojenler imparatorluğun çevresinde serbestçe yayı lmaya baş ladı, sonunda bizatihi Ebedi Kent’e ulaştı. Antonine vebası (uzun süreden beri Afrika ve Asya’yı içten içe kavuran çiçek hastalığıydı muhtemelen) MS 1 60 ile 1 80 yılları arasında, salgına uğrayan bölgelerin nüfusunun dörtte birinin yok olmasına, yani toplam beş milyon kişinin ölümüne neden oldu.
Kızamık da onunla hiç karşılaşmamış topluluklarda ölümcül olabiliyordu. Yakın zamanlarda gerçekleşmiş böyle bir salgınla ilgili son derece ayrıntılı kaleme alınmış Ohsermtions Made Durinxthl’ Epidemic of Measles on the Faroe lslands in the Year 1846 (Faroe Adaları’nda 1846 ‘da Gerçekleşen Kızamık Salgınına Dair Gözlemler) adlı kitabında Peter Panum, Atlantik Okyanusu ‘nun uzak bir bölgesinde yer alan ve altmış beş yıldır kızamıktan uzak olan bu adanın 7864 sakininden 6100 kadarının nasıl etkilendiğini anlatır. Kızamık, çiçek ve benzeri hastalıklar zaman içinde kitlesel ölümlere yol açan hastalıklar olmaktan çıkıp çocuklukta rastlanan rutin ve genel olarak hafif hastalıklara dönüştü elbette. Gel zaman git zaman, bakir bir bölgede bu hastalıkların yol açtığı ölümcül salgınlarda o kadar çok kişi öldü veya bu hastalıklara bağışıklık kazandı ki, sonunda konakçı yokluğundan patojenler yok olmaya başladı.
Atina’da ki salgında da görülmüş olması muhtemel bir durum ise aşırı yüklenme sonucunda mikropların kendilerinin yok oluşu. Ne var ki bu tür merkezler zamanla hastalıkları sürekli olarak taşıyacak bağışık olmayan yeterli sayıda kişiyi içlerinde barındıracak büyüklüklere ulaştılar (böyle bir şeyin olabilmesi için yılda yaklaşık toplam 5 bin ile 40 bin arası hasta gereklidir). Böyle durumlarda, kızamık gibi hastalıklar çocukluk hastalığına dönüşür, bağışıklık anneden çocuğa geçtiği için genellikle hastalık çocuğu daha az etkiler ve ileride gerçekleşebilecek hastalık saldırılarına karşı çocukta direnç geliştirir. Artan nüfus önceleri ölümcül ve epidemik olup da sonra endemik hale gelen hastalıkları yatıştırdı. onları dizginledi ama bu hastalıklar kalıcı bir hal aldı, ölümcül olmasalar bile insanlarda sürekli bir zafiyet yarattılar.
Taşıyıcı böceklerden geçen hastalıkların en belalısı: Veba
İnsanlar başka vahim enfeksiyonlara, özellikle de taşıyıcı böceklerin neden olduğu enfeksiyonlara maruz kalmaya devam ettiler. Bu enfeksiyonlara karşı bağışıklık geliştirmekten acizlerdi, çünkü bunlar yalnızca insanlara özgü hastalıklar değildi, temelde hayvanlara özgü hastalıklardı. Aslen bir kemirgen hastalığı olan hıyarcıklı veba bunlardan biridir. Veba basili insanlara yalnızca bir epizootikteki bütün fare nüfusunu öldürdükten sonra insanlara yönelen enfekte olmuş pirelerden geçer ve korkunç sonuçlara yol açar. Pireler insanı ısırdıklarında basiller kana karışır, en yakın lenf bezi tarafından süzüldükten sonra boyunda, kasıklarda veya koltukaltlarında o karakteristik şişkinliğe (“hıyarcık”) neden olurlar. Enfekte olan kişilerin üçte ikisi birkaç gün içinde ölür. Kayıtlara geçmiş ilk hıyarcıklı veba salgını, tahmin edileceği üzere, Roma İmparatorluğu’nda gerçekleşmiştir. Jüstinyen vebası M.S. 540’ta Mısır’da baş gösterdi; iki yıl sonra hızla Konstantinopolis’e yayıldı ve Akdeniz’in doğu bölgesinin nüfusunun dörtte birini yok etti. En yıkıcı etkiyi ise daha sonraki bir veba salgını gösterecekti. 1300 yılına doğru Kara Ölüm (veba) önce Asya’ya saldırdı, Ortadoğu’dan batıya doğru ilerleyip Kuzey Afrika ve Avrupa’yı silip süpürerek Tanrı’nın yeryüzüne gönderdiği en korkunç bela olarak görülen cüzzamın tahtına oturdu.
1346 ile 1350 yılları arasında belki 20 milyon insanı, Avrupa nüfusunun yaklaşık dörtte birini kırıp geçirdi. Avrupa tarihinde tek bir salgın hastalığın neden olduğu en yüksek ölü sayısıydı bu. Veba varlığını sürdürdükçe geç ortaçağ Gotik imgelemine musallat olan korkunç umacıları besledi (ürkütücü Cehennem ve Şeytan imgeleri, ölüm dansı, Mahşer Atlısı, tırpanlı ve iskelet biçimindeki Azrail imgesi) ve Tanrı’nın gönlünü almaları gerektiğine inanan zavallı günahkarlar arasında sapkınlara ve sözde cadılara yönelik avları kışkırttı.
Sömürgecilik ile başlayan Çiçek hastalığı, Sıtma, Sarı humma, Tifüs, Frengi ve Kolera
Ticaret, savaşlar ve fetihler her zaman hastalık patlamalarına neden olmuştur. İnsan sağlığıyla ilgili tarihteki en dehşet verici olay Kolomb’un Hispaniola’ya (bugünkü Dominik Cumhuriyeti ve Haili) ayak basışıyla baş adı. 1492’de iki insan popülasyonu, binlerce yıldır birbirinden yalıtılmış halde yaşayan Eski ve Yeni Dünya insanları arasında temas gerçekleşti ve bu temasın biyolojik sonuçları çok yıkıcı oldu. Yeni Dünya’nın yerlileri hastalıklara karşı kırılgan, bakir bir popülasyona sahipti, İspanyol konkistadorların taşıdıkları hastalıklara karşı tamamen savunmasızdılar. Yeni Dünya’da baş gösteren ve 1493 ‘te Hispaniola’yı vuran ilk salgının domuz gribi olması kuvvetle muhtemel; hastalık Kolomb’un gemilerinden karaya çıkarılan domuzlardan taşınmış olmalı. Diğer salgınlar da peşi sıra geldi.
1518’de Karayipler’e ulaşan çiçek hastalığı Hispaniola’daki Arawak yerlilerinin üçte biri ila yarısının ölümüne neden oldu, oradan Porto Riko ve Küba’ya sıçradı. Hastalık ayrıca 1521 ‘de Cortes’le birlikte Meksika’ya da ulaştı. Cortes, Azteklerin başkenti Tenochtitlan’a (bugünkü Mexico City) yalnızca 300 Avrupalı asker ve bazı müttefiklerle saldırdı. Kent aylar sonra düştüğünde 300.000 sakininden yarısı hastalıktan ölmüştü; ölenlerin arasında Azteklerin lideri Montezuma da vardı. Aynı şey, on yıl sonra Pizzam İnkalara saldırdığında da gerçekleşti: Çiçek hastalığı Peru ‘ya ondan önce vardı ve kirli işlerinin çoğunu ondan önce halletti.
Amerikan yerlilerinin başına gelen ve uzun süre devam edecek olan mikrop saldırılarında bu daha başlangıçtı. Bunu kızamık, grip ve tifüs salgınları izledi, hepsi çok sayıda ölümlere neden oldu. Meksika ve Andlar’ın anakara nüfusu tekrar toparlanmışsa da Karayipler’de ve Brezilya’nın bazı bölgelerinde nüfus yok olma noktasına geldi. Oraları fetheden İspanyollar ile Portekizliler, muazzam sayıda ölümler nedeniyle oluşan işçi kıtlığını karşılamak üzere kısa bir süre sonra Afrika’dan köle getirmek zorunda kaldılar. Bu köle ticareti de kıtaya sıtma ve sarı humma getirerek başka hastalıklara neden oldu.
Silahlar ile mikroplar az sayıda Avrupa kuvvetinin klanın (topluluk) yarısını fethetmesini sağladı. Amerikan yerlilerine götürdüğü hastalıkların karşılığında Kolomb’un Avrupa’ya bir kötü hastalık getirdiği söylenebilir: Frengi.
Avrupa’daki ilk frengi salgını, Fransa ile İspanya anlaşmazlığının İtalya’ya sıçradığı sıralarda, 1493 ile 1494 yıllarında Napoli kuşatması esnasında patlak verdi. Hastalık çok geçmeden korkunç biçimde yayılmaya başladı. Frengi, Genital bölgede çıkan yaralarla başlayan hastalık, deride kızarıklıklar, ülserler ve iğrenç çıbanlar oluşturuyor, kemikleri, burnu, dudakları ve genital organları yiyip bitiriyor, çoğunlukla da ölüme neden oluyordu.
İspanyol askerlerinin bazılarının Kolomb’la birlikte seyahat etmiş olmaları bu “büyük döküntülü” hastalığın (bu tabir “küçük döküntüler”le kendini gösteren çiçek hastalığına karşılık kullanılmaktaydı) kaynağının Amerika olduğunu düşündürüyordu. Yeni ortaya çıkan bütün hastalıklarda olduğu gibi frengi de birkaç on yıl içinde yangın gibi her yanı sarmıştı. Hastalıktan mustarip Joseph Gruenpeck adlı kişi şunları aktarır: “Son zamanlarda dünyanın dört bir yanında insanoğlunu etkileyen birçok felaketle. korkunç hastalıklarla, sayısız zafiyetle karşılaştım. Bunlardan biri Galya sahillerinden geldi: bu öyle acımasız, öyle ıstırap verici, öyle berbat bir hastalık ki yeryüzünde böyle korkunç. bu kadar dehşet verici veya iğrenç olanı bugüne kadar görülmemiştir.”
Spiroketlerin (tirbuşon şeklinde bir bakteri) Treponema grubunun neden olduğu çeşitli hastalıklardan biri olan frengi, kargaşa ve göçlerle dolu bir çağda görülen yeni salgınların tipik bir örneğiydi; uluslararası savaşlar, artan nüfus ve askerler ile mültecilerin hareketleriyle yayılmıştı.Daha sonraki bir dönemde frenginin yerini tifüs aldı. Kirli kamplar ile bakımsız askerlerde görülen hastalıklardan biriydi bu. Tifüs “General Kış”la birlikte Napolyon’un Rusya istilasını felakete dönüştürmüştü. Fransız askerler 1812 Haziranında Rusya’ya girmiş, imparator ise eylülde Moskova’ya ulaşmış ve terk edilmiş bir şehirle karşılaşmıştı. Sonraki beş ay boyunca Büyük Ordu büyük bir tifüs salgınından kırılmıştı. Ordudaki 600 bin askerden yalnızca küçük bir kısmı geri dönebilmişti, zayiatın büyük bir bölümü tifüs nedeniyle olmuştu. Bununla da kalmayacak, tifüs Sanayi Devrimi’nin aniden bitiveren kentlerinin pislikten doğan en büyük hastalıklarından biri haline gelecekti. Frenginin neden olduğu ölümcül virüsler, Avrupa’ya başka bir kötü süprizi vardı.
Avrupa’yı kasıp kavuran Kolera salgınları
Kolera ise on dokuzuncu yüzyılın yeni hastalığıydı. Hint yarımadasına özgü bir hastalık olan kolera hiçbir zaman küreselleşmedi. 1816’da başlayan ilk salgın Asya’yı kasıp kavurdu, sonra batıya yönelip Avrupa’yı tehdit etti ama geri çekildi. İkinci salgın 1829’da başladı. Asya’ya yayıldı, Mısır ve Kuzey Afrika’ ya girdi, Rusya’ya geçti, Avrupa boyunca ilerledi ve korkunç bir ölüm şeklini hafızalara kazıdı.
Akut bir bulantıyı takiben şiddetli bir kusma ve diyare başlıyor, ardından “pirinç suyu” olarak tarif edilen gri bir gaita görülüyor, sonunda sırf su ve bağırsak parçalarından oluşan bir dışkılama sürecine giriliyordu. Bu süreci şiddetli kramplar ve dinmek bilmez bir susuzluk izliyor ve halsizlik baş gösteriyordu. Dehidre olan ve ölüme yaklaşan hasta klasik kolera fizyonomisini gösteriyordu: buruş buruş çökmüş bir yüz ve büzüşmüş, morarmış dudaklar. Koleranın nedeni konusunda bir fikir birliği yoktu; birçok tedavi şekli öneriliyordu ama hiçbiri işe yaramıyordu. Hastalık 1832’de Londra’yı vurdu, 7 bin kişinin ölümüne yol açtı; aynı şey Paris’te de oldu. Aynı yıl hastalık Kuzey Amerika’ ya ulaştı, 1834 ‘te önce New York’u ve doğusundaki sahil kıyısını etkiledi, ardından güneye inerek Latin Amerika’ya yayıldı. Üçüncü kolera salgını 1852’de başladı ve 1854 korkunç bir yıl oldu.
1847 ile 1861 yılları arasında iki buçuk milyon Rus hastalığa yakalandı ve bir milyon kişi öldü. Dördüncü salgın 1863’te başladı ve 1875’e kadar sürdü. Beşinci salgın 1892’de Hamburg’da yıkıma yol açtı (kötü döşenmiş bir su borusu tesisatı durumu daha da beter hale getirmişti). Ama o dönemlerde, özellikle de Robert Koch’un 1884’de kolera basitini izole etmeyi başarmasından sonra, kolera artık genel sağlık önlemleriyle kontrol altına alınabilmeye başlamıştı. Bu nedenle, 1899’da başlayıp 1926 ‘ya kadar süren altıncı salgın Avrupa’nın batısını pek etkilemedi. Son zamanlardaysa Asya dışında,
özellikle Latin Amerika’da koleranın geri döndüğü görülüyor
Sanayi Devrimi ile Hastalıklar insanlar arasında Zengin ve Fakir hastalıkları olarak ikiye ayrıldı
Nasıl ki tarım hem iyi hem kötü şeyler getirdiyse (çok sayıda insanın hayatta kalmasına olanak sağlarken insanların zindeliğini azaltmıştır) Sanayi Devrimi’nin de benzer artı ve eksileri oldu. Sanayileşme nüfus büyümesi ve daha büyük bir refah (ama aynı zamanda eşitsizlik) getirirken, sıhhi olmayan yaşam koşulları, meslek hastalıkları (örneğin madenciler ile çömlekçilerde görülen akciğer hastalıkları) ve raşitizm gibi kente özgü yeni hastalıklar da beraberinde geldi.
Bu esnada yoksullara özgü eski hastalıkların yanı sıra zengin hastalıkları da ortaya çıktı. Zengin, yaşlanan uluslarda kanser, obezite, koroner kalp hastalığı, yüksek tansiyon, diyabet, amfizem ve daha birçok kronik ve dejeneratif hastalık patlak verdi.
Batılı yaşam tarzının sigara, alkol, yağlı yiyecekler, abur cubur ve narkotiklerle birlikte Üçüncü Dünya’ya sirayet etmesiyle, bu hastalıklar Asya, Afrika ve Latin Amerika’ da da etkilerini göstermeye başladı.
Kolera ve diğer ölümcül hastalıklar gerilemiş olsa da yirminci yüzyıl yenilerini getirdi. Büyük Savaş’ın hemen ardından bütün dünyayı kasıp kavurmuş olan “İspanyol gribi” gelmiş geçmiş en kötü pandemik hastalıktı. İki yıldan daha kısa bir zaman içinde dünya genelinde 60 milyon insanın ölümüne neden oldu. (Hastalığın kesin nedeni halen bilinmiyor, bu da bu ölümcül gribin bir gün tekrar ortaya çıkacağı korkularını besliyor.)
AIDS, Ebola, Lassa ve Marburg ateşi gibi yeni ölümcül hastalıklar çıktı
AIDS, Ebola, Lassa ve Marburg ateşi gibi başka yeni hastalıklar ortaya çıkmaya devam etti. Afrika’da ortaya çıkan ve cinsel salgı ve kanla bulaşan AIDS tıbbın dikkatini ilk 1981’de, Amerika’da eşcinsel erkeklerin bağışıklık sisteminin çöküşüyle alakalı ender görülen durumlar sonucu öldüğü ortaya çıktığında çekmiştir.
Hastaları suçlamakla (“gey vebası”), siyasette sorumluluğu başkalarına yıkmakla ve yoğun tıbbi araştırmalarla geçen panik dolu bir dönemin ardından 1984 ‘te insan bağışıklığını bozan virüs (HIV) keşfedildi. Artık bu hastalıktan bu virüsün sorumlu olduğu neredeyse dünya genelinde kabul ediliyor.
Aşı veya tedavi umutları ise suya düşmüş durumda; bunun nedenlerinden biri de virüsün çok hızlı mutasyona uğramasıdır. İlaç tedavileri bugüne kadar yalnızca hastalığın etkilerini hafifletmeyi başarabildi. Ayrıca, HIV bağışıklık sistemini göçerttiği için hastalar fırsatçı enfeksiyonlara da açık kalıyor, virüs tüberküloz gibi artık yok olduğu düşünülen hastalıkların tekrar ortaya çıkmasına yardımcı oluyor.
Uzun süreden beri asemptomatik olduğu için son derece tehlikeli olan AIDS kontrol edilemezliğini koruyor ve en yıkıcı etkileri dünyanın en yoksul ve tıbbi kaynakları en kıt bölgesi olan Sahraaltı Afrika’da görülüyor. 1969’da ABD Genel Sağlık Kurumu (Surgeon General) Amerikan halkına enfeksiyon hastalıkları kitabının artık kapandığını, mikroplara karşı savaşın kazanıldığını bildirmişti. Bu görüşteki budalalık, bir nesil önce çok yaygın olan tıp konusundaki miyop iyimserliğin ölçüsünde bir budalalıktır. Bugün ise daha temkinli bir yaklaşım söz konusu.
Evrimsel açıdan, insanın hastalıklara karşı yürüttüğü küresel savaş, daha çok sonu olmayan bir savaşta düşmanı mevzisinde tutma operasyonuna benziyor. Günümüze kadar hayat dünyanın her yerinde hastalık imparatorluğunun hükmü altında yaşanıyordu. Doğan bebeklerin yarısı daha bebeklik çağında ölüyordu, çocukluk ve yetişkinlik son derece kırılgan dönemlerdi ve ne yazık ki kadınların büyük bir çoğunluğu doğum esnasında can veriyordu.
“Dünya koca bir hastane” ifadesi adeta atasözü haline gelmişti. Bu tür deneyimler Hıristiyanlığın dünyayı gözyaşı pınarı olarak tasvir eden görüşüne çeşni katmıştı : İnsan günahkar olmalı, başına gelen bunca acı neden yoksa? İnsanlar, özellikle de yoksullar, hastalığa, acıya, sakatlığa ve erken yaşlanmaya karşı kendilerini güçlü tutmak zorundaydı.
Kadercilik değil metanet alışkanlık haline geldi: Atalarımız kendilerini zinde tutmaya, hastalandıklarında kendilerine ve ailelerine iyi bakmaya çalıştılar. İşi daha da ileri taşıyabilen kimileri de profesyonel şifacı haline geldiler.
Kaynaklar
- Kenneth F. Kiple | The Canıhridge World History of Human Disease, Cambridge: Cambridge University Press, 1993.
- Alfred W. Crosby, Ecological Imperialism: The Biological Expansion of’Europe, 900- 1900, New York: Cambridge University Press, 1986.
- Laurie Garreıt, The Coming Plague : Newly Emerging Diseases in a World Out of Balance, Harmondsworth: Penguin, 1994.
- Amo Karlen, Man and Microhes, New York: Putnam, 1996.
- W. H. McNcill, Plagues and Peoples, Oxford: Anchor Press, 1976.
- Thomas Dormandy, The White Deaıh: A History of Tuherculosis, Londra: Hambledon Press, 1999.
- D. Hopkins, Princes and Peasants: Smallpox in History, Chicago: University of Chicago Press, 1983.
- Randolph M. Nesse ve George C. Williams, Ewılution and Healing Tlıe New Science of Darwinian Medicine, Londra: Weidenfeld and Nicolson, 1995.
- Gina Kolala, Flu : The Story of tlıe Great lnfluenza Pandemic of 1918 and the Search for tlıe Virus tlıat Caused it, New York: Farrar, Straus & Giroux, 1999.